‘Gözümün açılmasını üç âmâya borçluyum.’ desem inanır mısınız? İlkini, daha ortaokul yılarında tanımıştım… Âşık Veysel… Kulağımı ve dilimi açtı… İkincisini üniversite yıllarında tanıdım… Mitat Enç… İrfanımı ve gönlümü açtı… Üçüncüsünü de üniversitede tanıdım ama biraz sıkıntılı bir tanışmaydı; sonradan samimi olduk… Sırası gelince bu sıkıntıya döneceğim… Cemil Meriç… Kafamı açtı…
Kulağımı ve dilimi açan Âşık Veysel, daha 7 yaşındayken yitirmiş gözlerini, çiçek hastalığı yüzünden. Samiha Ayverdi, Ah Tuna Vah Tuna adlı eserinde, çiçek aşısını Türkiye’den İngiltere’ye götüren Lady Mary Montegue adlı bir sefirenin mektubundan alıntılar yapar… 18. yüzyılda, Sultan III. Ahmet zamanında büyükelçi olan kocası Edward Montegue ile gelmiştir İstanbul’a, sefire… Ayverdi’nin önemli görüp yaptığı alıntıyı ben de burada tekrar edeyim:
‘Avrupa’da çok yaygın ve zararlı olan çiçek hastalığı Türkiye’de keşfedilen bir aşı sayesinde ehemmiyetsiz bir hâl almış. Sanatları aşçılık olan birçok kocakarı var. Aşı için en elverişli zaman sonbaharda başlar. Muhtelif ailelerden on, on beş kişi toplanıyor, aşıcı kadınlardan birini çağırıyorlar. Aşıcı iğne ile damarı açıyor. Tırmalanmışçasına bir acı duyuluyor. İğnenin ucuyla çiçek aşısını koyuyor. Üzerine ceviz kabuğu yapıştırıp yarayı sarıyor. Aynı şekilde dört beş damara daha ameliyat yapıyor. Aşılanan çocuklar sekiz on gün sonra bir nevi sıtmaya tutuluyor. Yüzlerinde yirmi otuz sivilce çıkıyor, hastalığın zehri buradan akıyor. Kimsenin aşıdan öldüğüne rastlanmamıştır. Vatanımı sevdiğim için bu usulün İngiltere’ye girmesini dilerim. Çünkü çiçek hastalığından çok insan kaybediyoruz.’
Ayverdi, ihtiyar aşçı kadınlarımız karşısında bile ağzı açık kalan iyi eğitimli bu İngiliz sefirenin mektubunu, ihtişamlı tarihimizin altını çizmek için aktarır okuyucuya. İşte ben de yıllardır bu haklı gururu onunla paylaşarak, Ah Tuna Vah Tuna’yı öğrencilerime tavsiye eder hatta bazı bölümlerini onlarla birlikte okurum. Ne var ki sefirenin mektubundan yaklaşık 200 yıl sonra, 20. yüzyılın başında, iki ablası da çiçek hastalığı yüzünden ölen, yedi yaşında aynı hastalıktan gözlerini kaybeden Âşık Veysel’in trajik hâli, alıntıdaki acı hakikati yüzüme vuruyor. Atalarımızın tecrübe ettiği başarıları biz neden sürdüremedik? Ya da bu kadar kolay bir tedavi yöntemi, neden sadece İstanbul’da kaldı da Anadolu’ya taşınamadı? Zaman ve zeminle mukayyet bir ihtişam, teselliden başka neye yarar?
Bu acı hakikatin mağdur ettiği Âşık Veysel, Türkçenin ses ve anlam oyunlarına meyyal olan kulağımı ve dilimi eğitip daha da geliştirdi.
Güzelliğin on par’etmez
Bu bendeki aşk olmasa
Eğlenecek yer bulaman
Gönlümdeki köşk olmasa
Bir kâğıda yazıp camına yapıştırdıktan sonra kapatın dükkânı… Söylenecek ne kalmış ki geriye? Sadece aşk ve köşk sözlerindeki ses uyumunu ve metaforu yakalamak bile yeter… Üstene bir de Veysel, bu dörtlükte güzelliğin felsefesini yapmıştır… Uğruna yazılmış binlerce şiire, yoluna yakılmış bir o kadar türküye, sayfalar dolusu kitaplara; ekonomide payına düşen milyarlarca liraya rağmen güzellik’in ‘birinin gönül köşküne’ muhtaç olması ne hazin, ne acınası değil mi? Âşık Veysel’in, ‘Güzellik görenin gözüne’ diyen 16. yüzyıl İngiliz şairi William Shakespeare’i tanımadığına adım gibi eminim. Yine eminim ki Veysel, yukarıdaki dörtlükle evrensel bir değer yakaladığının farkında bile değildi. ‘O mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler’…
Baharı çiçeklerin dilinden anlattığı koşma’sını bilir misiniz; lalenin, sümbülün, nergisin ve nevruzun güzellik yarışmasını?
Sümbül der ki boyum uzun
Yaprağım var düzüm düzüm
Ak gerdana beni dizin
Benden âlâ çiçek mi var?
Nevruz der ki ben nazlıyım,
Kaya dibinde gizliyim.
Mavi donlu gök gözlüyüm,
Benden âlâ çiçek mi var?
Bunca yıldır, baharda neredeyse başı çıkar çıkmaz, ne idüğü belirsiz, vatan millet düşmanı çapulcu takımının ayakları altında çiğnenip ezilen nevruz çiçeğinin, Şehriyar’ın deyişiyle nevruz gülünün tohumu, bu koşmanın ana rahminde, ilelebet emin ellerdedir.
İrfanımı ve gönlümü açan Mitat Enç, 1909 Antep doğumlu; Âşık Veysel’den 18 yaş küçük… Ondan biraz daha şanslı; 20 yaşına kadar görmüş gözleri… Sonrası karanlık… Çok sayıda akademik kitaba imza atan yazarı, bunlarla değil de Uzun Çarşının Uluları adlı eseriyle tanımıştım. Ah Tuna Vah Tuna gibi Uzun Çarşının Uluları da öğrencilerimde dil zevkinin oluşması için hazırladığım listenin hep üst sıralarındadır.
Tarihi şehrengizleri ya da Beş Şehir’i okumuş muydu acaba Mitat Enç? Tanpınar, Beş Şehir’de bu türün gabarisini belirleyip çıtayı koymuştur sanki. Ne kadar iddialı olursa olsunlar haleflerinin hepsi, Beş Şehir’deki dil ve üslubun gölgesinde kalacak gibidir. Bu temiz ve duru üslup bazen adına tarih dediğimiz zaman rüzgârına şarkı söyletir bazen de şehrin bilmem hangi köşesinde metruk ve samit tarihi bir taşa şiir okutur…
Uzun Çarşının Uluları, son sözü söylemenin hiçbir zaman mümkün olmayacağını, bu itibarla selefi Beş Şehir’den geri kalmadığını fısıldamıştı bana ilk okuduğumda. Evet, Mitat Enç yeni bir yol açmıştı; sonu Antep’e çıkan bu yol, ne Ankara ne Erzurum ne de Konya’ya giden yola benziyordu.
Beş Şehir’de yoğun bir tarih, edebiyat ve mimariyi biraz musiki, biraz evliya hikâyesi biraz da esatirle terkip eden Tanpınar, anlattığı şehirlerden çok mazinin ara sokaklarında gezdirir okuyucusunu. Hâlden çok geçmişe yapılan bu vurgu, eseri o bilindik suçlamayla yüz yüze bırakır: Gerçek hayattan kopuk. Mesela Ankara’yı anlatırken ‘Cebeci’nin biçare, fakir ve kerpiç evlerinden birine misafir olmak istediğini ama cemiyet hayatının müsaade etmediğini’ üzüntüyle itiraf eder, Tanpınar. Yine, Konya’yı anlatırken daha girişte ‘Meram bağlarının tadını alabilmek için ona yerli hayatın içinden gitmek gerekir.’ der. Ama 30 sayfa boyunca okuyucuyu elinden tutup o hayata sokmak yerine Selçukluyu, Moğol istilasını, Mevlana’yı, Yunus Emre’yi anlatmayı tercih eder. Bölümün sonunda ‘Anadolu’nun romanı yazmak isteyenler, ona mutlaka türkülerden gitmelidirler.’ der ama yine 30 sayfa boyunca sadece iki türküden bahseder: Gesi Bağları ve adı belli olmayan sadece ‘Odasına varılmıyor köpekten.’ dizesi verilen bir türkü. İlkini ‘fark edilmeden yutulan bir avuç zehire’ benzetir; ikincisini ise hayasız bulur. Seçkincilik mi?
Her ne sebeple olursa olsun Tanpınar’ın bir türlü giremediği bu evlere ya da bağlara Mitat Enç teklifsiz girip çıkar. Hatta, Anadolu’da yaygın olduğu üzere, ev sahibinin göz ve gönül genişliğinden o kadar emindir ki kimseye danışmadan bizi de buyur eder… Kuyucu Kör Hafız’ın yanında ev ev dolaştırır; Asiye Teyzenin avlusunu da gösterir; ocaklığını da… Enç, Tanpınar’ın dışardan tarif ettiği çarşı pazardaki dükkânların da içine girer; bazen bir yorgunluk kahvesi içer bazen de alışveriş yapar. Abartmıyorum, müdakkik bir okuyucuysanız ve eğer hâlâ yerinde duruyorsa, kitap bittikten sonra Berber Hüseyin’in dükkânını elinizle koymuş gibi bulabilir; hatta Aktar Musa Efendi’nin dükkânında, onlarca raf içindeki sinameki kavanozunu seçebilirsiniz… Anlatmamış, bildiğin resim çizmiş yani…
Bizim Yörüklerin hele nenemin sözcüklerini, böyle bir kitapta bulmak da tarifi imkânsız bir hazdı benim için… alatirik (elektrik), horanta (bütün aile), cahal (cahil), okuntu (düğün davetiyesi için gönderilen hediye), çalgın (hastalıktan kalan iz, tam gelişmemiş), yanır (tüyleri aşınıp derisi zedelenmek), yirilmek (kenarından ikiye ayrılmak), azıtmak (yoldan çıkmak, sapıtmak), zibil (hayvan dışkısı), ütülmek (kumarda kaybetmek), seyirtmek (koşmak), dal (kol), adamcıl (başkalarıyla çabuk kaynaşan)… Kitaptaki sözcüklerin ya bizatihi kendisini ya da Enç’in dilindeki anlamını bulmak için artık ağız araştırmalarına muhtacız…
Yörükler gibi Mitat Enç de bütün benzetmeleri ve dil oyunlarını doğaya ille de hayvanlara bağlıyor: Kursağı şişkin Buğdaypazarı kumrusu, yüzünden sinek kovarcasına başından savmak, çaylak gibi atılmak, leblebi tanesi gibi yuvarlanan ter, Horoz Ayşe, seccadenin kulağını kıvırmak, yerin kulağı keskin, yanı yere gelesice, it eniği gibi kıvrılmak, kapana kısılan kurt gibi debelenmek, yularını koparıp şahlanmak… Bu benzetmeler, maalesef yeni kuşak için bir komedinin gülünesi diyaloglarından başka bir anlam ifade etmiyor artık.
Bizim Yörüklerin kaçkaç diye anlattığı sisli ve bulanık bir kaçışın detaylarını da öğrenmiştim kitaptan. Hep kendi obasıyla konup kalkmış nenemin göçebe dünyasında Ermeni yoktu; vatan ve din düşmanı vardı ama Fransız’a yabancıydı. Kaçkaç dediği, adını tam olarak bilmediği bir düşmandan kurtulabilmek için, yoğun kar altında, aç susuz günlerce süren, Torosların daha yüksek ve daha güvenli zirvelerine yayan yapılmış acı bir yolculuktu. Yıllardır rızkını devşirdiği Toroslar, işte yine dar gününde kol kanat germişti Yörüklere… Soğuktan korunmak için kuytulara ve koyaklara kurulmuştu çadırlar… Enç, bu felaketin asıl müsebbibi Fransızlar ve onların yerli işbirlikçileri olan Ermenileri de anlatmıştı, bana. Her ayrıntıyı kaydeden dikkatiyle beni hayrette bırakan yazarın, ne hikâyesi yazılmış ne de filmi çekişmiş olan bu elim kaçkaç hadisesini daha çok anlatmasını isterdim.
Osmanlının sonunu, Kurtuluş Savaşı’nı ve yeni Cumhuriyet’in kuruluş yıllarını; çarşı pazardan sokağa, mimariden ticarete her alanda ortaya çıkan hızlı değişmeyi, kaybolan meslekleri ve ustaları büyülü sözcüklerle ve doyumsuz bir üslupla anlatır, Enç. Gaziantep’te yerel yönetimde söz sahibi biri olsaydım bu kitabın liselerde ve üniversitelerde okutulması için elimden gelen her şeyi yapar, kitaptaki sözcükler ve bu sözcüklerin omuzladığı kültürel değerler için yarışmalar düzenlerdim.
İngilizler sonda söylenenlerin de öncekiler kadar değerli olduğunu, bir şeyi en sona saklamanın önemsizlik anlamına gelmediğini vurgulamak için ‘last but not least’ (son ama önemsiz değil) der. Cemil Meriç de ses kalitesi yüksek bu deyim üzerinden okunmalıdır. 1916, Hatay doğumlu… Bu üç âmânın en talihlisi… Gözlerini 1955’te kaybettiğine göre en uzun, onun gözleri açık kalmış…
İlk okuduğumda kızdırmıştı beni. İnsan hiç mi okuyucusunu düşünmezdi? Esatirine varıncaya kadim Yunan’a ya da Hint edebiyatına vakıf olduğumu var sayarak yazmak haksızlık değil miydi? Cemil Meriç mi ağırdı yoksa ben mi çok hafiftim? Okumak niye böylesine zor olsundu? Ama itiraf edeyim ki hakkında çok az şey bildiğim yazarlara ilişkin kurduğu keskin, sert hatta bazen dalga geçen cümleleri hoşuma gidiyordu. Sırf bu üslubun zihnimde yol açtığı tecessüs duygusunu tatmin etmek için neler okumuştum. Kimine hak verdim, kimini de abartılı buldum… Evet, okumak zahmetliydi ve taşların yerine oturabilmesi için zamana ihtiyaç vardı.
Yahya Kemal ve İsmail Habip Sevük’ün musikiye benzer dili ya da Tanpınar ve Abdülhak Şinasi Hisar’ın şiirsel üslubuyla yarı sermest ama mutmain gezen zihnimi hırpalamış; ‘Yetmedi mi dil ve üslup peşinde bunca koştuğun?’ diye sitem edip bu ülke’nin gerçekleriyle yüzleştirmişti, Meriç beni… İngiliz şarkiyatçı ve sözlükçü Redhouse’u tanıdıktan sonra aşırı bulup tashih etse de müsteşrikleri açık açık ‘sömürgeciliğin keşif kolu’ olmakla suçluyor; onların yerli yancılarına da yeni ve pek münasip bir ad veriyordu: müstağripler. Yancı sözünün, Anadolu’da üç kuruşa tamah eden niteliksiz taraftar için kullanıldığını belirteyim.
Hele dile ait söyledikleri… Yeni Cumhuriyetin ihdas etmeye çalıştığı dil, Hilmi Yavuz’a göre üst sınıf Osmanlı Türkçesine bir öykünme ve ‘yeni bir elit dil oluşturma çabası’dır. Meriç’e göre ise bu uydurma dil düpedüz ‘tarihten kaçanların dili’dir. Bu dille ‘kanının son damlasına kadar mücadele’ edeceğini söyleyen Meriç, CHP eliyle yürütülen uydurma dil çalışmaları karşısında sessiz kalmayı namussuzluk sayar. Devrimleri gören, hatta CHP’den seçilip bir dönem vekillik yapan Tanpınar’ın, zamanın gücüne kapılmadan dil devriminin piyasaya sürdüğü sözcüklere itibar etmemiş olması, kanaatime göre Türk dil ve kültürü açısından ne büyük şans!
Hem Âşık Veysel hem Mitat Enç hem de Cemil Meriç için sayfalar dolusu örnek verilebilir ama ‘Eğer maksud eserse mısra-i berceste kâfidir.’ demiş Koca Ragıp Paşa…
Bu yazıyı biri kulağımı, diğeri irfanımı ve nihayet sonuncusu da kafamı açan bu üç âmâya, tarihi çoktan geçmiş olan borcumu ödeme sadedinde yazdım, hesabı asla kapatamayacağımı bildiğim hâlde…
Mustafa Sarı