Uyandı. Yatak yabancı. Odayı da hatırlamıyor. Dört duvar içinde eski şeyler. Yüklük, kırık ayna. Bir de şilte. Yerdeki halı, nasıl kirli. Nuran kiri, pası bilmez. Kızlar annelerinden öğrenirler. Böyle şeyleri. Edebi, edepsizliği. Susmayı, baş eğmeyi. Hatta hatırlamayı ve unutmayı. Hıçkırık tuttu. Bunu da annesinden öğrendi. Yerli yersiz hıçkırmayı.
Yorgandaki sarı, kurumuş, kokuşmuş lekelere baktı. Bir şey hatırlayacak gibi oldu. Vazgeçti. Kâbusların iziydi bunlar. Her gece uyumadan önce ve uyurken gördüğü kabusların. Yerde eski ve kirli bir halı, bir de lekeli çarşaf. Kız bu kadardı. Hıçkıra hıçkıra oturdu yatakta. Karşısındaki aynanın önünde ne varsa devirmek istedi. Bir tıraş bıçağı, kılları savruk bir fırça, bir de makas. Makası aldı. Aynadaki kadına baktı. Kadın olalı kaç çocuk öldürdü? Ne bilsin Nuran. Zaten hiç çocuk mu oldu? Boştaki eli saçına uzandı. Soğuk makas ensesine değdi. Bir eliyle avuçladığı saçlarına makası rast gele daldırdı. Kırt kırt… Saç diplerinde bütün köyün insanı. “Bitli Nuran, kahpenin dölü Nuran, Allah belanı versin Nuran.” Kırt kırt.
Makası yerine bırakıp tıraş bıçağının parlak yüzüne dokununca kısa bir acı duydu. “Ah,” dedi. Kısacık. Bu belli belirsiz acının ardından gözü, parmağındaki kırmızı yola kayınca yersiz bir sevinçle elini kesmemiş gibi aptal aptal zıpladı. İncecik bir çizgi. İşaret parmağında. Kırmızı bir yol. “Kan aktı. Rüya bozuldu.” Annesi böyle derdi. Köyün delisi, guguklusu. Ne zaman bir yeri kanasa gülmekten çatlardı. Kan akınca rüya bozulurmuş.
Kan damlayınca ayaklarına doğru baktı. Yerdeki kara saçlar, yakalayıverecek sanki Nuran’ı. Geri geri kaçtı ama hayır, korkmak değil bu. İnsan kendi tüyünden ne demeye korksun ki? Nuran’ın tazecik ve telaşlı göğüs kafesinin içine sıkışıp da onu ezen şeyin adı yok. Yokluk o kadar çok ki bazen nefesinin önüne geçip onu boğacak gibi oluyor. Nuran’ın eli yüreğine gidince de hep aynı ses, içinde biri bağırıyor. Göbek deliğinin kenarından. Dişsiz bir ağız, deli deli kahkahaların arasından bağırıyor, “Guguk.”
Nuran, bu yapışkan sesi duyunca kendini yatağa bıraktı. Deli de olsa anası, guguk da dese onun sesi. Yorganı burnuna kadar çekip tanıdık kokuyu iyice soludu. Mayhoş bir koku. İdrar, kan, ter, belden artanlar, ağızdan sızanlar. Toplasan Nuran’la anasının yaşamı işte. Aralık duran camın gerisinde esmeye gayretli bir rüzgâr, berisinde ince bir tül. Yırtıkları siyah iple teyellenmiş, karnında kurumuş kan lekesiyle rüzgâra karşı gelemeyecek kadar ince perde Nuran’ın çıplak ayaklarını gıdıkladıkça kızın içi bir hoş oldu. Dudağı gülmekle ağlamak arası kadersiz ve kedersiz bir çizgi halinde yastığın üstünde ezildi. Yastıktaki koku, bu çizgiden yol bulup genzinden aşağı inince içinde biriken ne varsa huzursuzca çıkmak istedi. Dışarısı içerden daha mı iyi? Nuran bakmaya gitti.
Kuyunun başında yaşlı bir kadın. Kadının elinde eski bir kova. İpini bağlamış kuyunun kenarından sarkan kola. Önce kuyuya baktı kadın, sonra kovayı saldı kadın. Su, kuyunun dibinden bağırdı. “Kova düştü başıma, taşlar yağa başına.” Nuran suyun sesini duyunca güldü. Yaşlı kadın bu delimsirek gülüşe dönüp bakmadı bile. “Allah’ın guguklusu.”
Nuran’ın çıplak ayaklarında kara kara saç telleri, avludaki tavuk yemlerinin içinde gezeledikçe kuyudan su çeken kadın sinirlendi. “Git ayağına lastiklerini giy,” dedi. Nuran bu. Duyar da duymaz. Duyası gelmedi. Yerdeki leğenin içine kurulup oturdu. Gözlerini yaşlı kadına dikti, yaşlı kadın kuyunun dibindeki suya eğildi. “Şu deliyi çağır da gelsin. O da kurtulsun ben de.”
İlkin, sudan hiç ses gelmedi. Sonra şöyle bir sallandı. Çalkalandı. İçindeki kovaya dedi diyeceklerini, kovayı göğe doğru yolladı. Yaşlı kadının eskimiş kolları, kovayı yavaş yavaş çekti. Kovadaki suyun diyeceklerinin yarısını kuyuya geri döktü. Sözlerin en mühimi tekrar suya düşse de yaşlı kadın bunu hiç bilemedi. Düşen sözlerin içinde Nuran’ın kocası vardı. Yaşlı kadın bunu bilse, kendini suya atardı da o sözü kuyunun karnından çeker alırdı. Kova kadının eline kadar gelince suyun dedikleri de duyuldu. Dedi ki, “Nuran’ın aklı kıttır, kabul. Elinden iş, dilinden söz gelmez. Ona da kabul. O zaman ne demeye gelin ettin kimsesizi? Oğlunun kusurunu kapatsın diye mi? Şayet birini çağıracak olsam Nuran’ı değil seni çağırırım kocakarı, zulmetme garibana.”
Bunları duyası yoktu yaşlı kadının. Kovadaki suyu gerisin geri kuyuya döktü. “Ben yapacağımı bilirim,” dedi tısır tısır. Avlunun orta yerindeki leğenin içinde oturmuş, göğü seyreden kırpık saçlı, yarım akıllı gelinine baktı. Acıyacak oldu ama yok, tiksintiyle aralandı bıyıklı ağzı. Yanağında koca et ben sallandı. “Guguk.”
Nuran duydu. O da gukladı. Anası gibi. Köyün delisi. Kahpe anası. “Göbeğinden geçti demek ki buna da anasının aklı,” dedi yaşlı kadın. Ya kahpelik de geçtiyse? Oğlu dönene kadar, bunu böyle bağlamalı evin içine. Salmamalı dışarı. Yoksa anası gibi önüne kim gelirse. “Evlerden ırak,” diye diye tavukları toplamaya başladı.
Kırpık Nuran’ın kıt aklına kırık bir yüz geldi. Arada görünürdü böyle. Göbeğindeki sesin sahibi. Rahmini yardığı kadın, anası olacak deli. Nuran birden küçülüverdi, oturduğu yerde gülümsedi. Çıplak ayaklarındaki kara saç telleriyle, tavuk pislikleriyle eğleşirken aklındaki kadın sessizce konuştu. “Kaçsana kız bu evden. Senden gelin mi olur? Deli derler bana, desinler. Kahpe derler bana, onu da desinler. Bir kere dövdüm mü kız ben seni? Çer çöp de olsa boğazından lokma inmedi mi hep? Senden karı mı olur da o eksiğin yatağına girersin? Kaçsana kız, kaçsana.”
Yaşlı kadının kafasına fırlattığı süpürge tam da Nuran’ın anasının konuştuğu yere, kırık aklına çarpınca Nuran’ın anası geldiği gibi gidiverdi. Giderken ne çok acı bıraktı. Bir sürü insan, yokluk, açlık, kahır ve bir ses. “Guguk.”
Gün batmak üzereydi. Yaşlı kadın ayaklarını sürüye sürüye iç odaya giderken ocaktaki kısık ateşte bir tencere çorba pişesi yokmuş gibi gönülsüzce kaynıyordu. Kadın tepsiye iki kaşık koydu. Sonra birini geri aldı. “Zıkkımın kökünü yesin deli.” Camın kenarına dökülen macunları toplarken dışarıda oynaşan akşama öfkeyle seslendi. “Geri yolla artık oğlanı, nerede saklarsın bilinmez. Çöreklendin garibin başına. Gitme dedim ben ona. Kusurlu adamın altın aramayla işi ne? Dürtme toprağın altını, koynunda yatanı uyandırırsın da çarpar seni dedim. Dinledi mi? Bozma ölünün toprağını, seni de içine çeker dedim. Durdu mu? Yolla artık şu oğlanı. Bu yarım akıllıyla koma beni. Korkuyorum.”
Camın ardındaki akşam iyiden iyiye karardı, toprakta neyi var neyi yoksa toparlayıp göklere doğru çekildi. Yaşlı kadını duydu da duymazdan geldi. Hem oğlanı verecek olsa ona mı soracaktı? Hem oğlan gelecek olsa iki dağın ardındaki o kayanın dibinde öyle canı çekilmiş gibi mi yatacaktı? Ocağın altı kapandı, gönülsüzce pişen çorba, yanına bir somun da ekmek alıp kadının önüne aş oldu. Kırılmış bir dizin üstünde aç bir karın doyarken kırık akıllı da acıkmıştır, demedi kimse. Nuran, kümesin başındaki kaba eğildi. Tavukların ıslak ekmeğini parmaklaya parmaklaya yedi. Üç beş tavuk yanına sokulmak istese de kümesin önündeki teli aşabilen olmadı. Nuran bir parmak da onların önüne attı. Hepsi birden yemin başına üşüşünce sevindi sonra baktı ki tavuğun biri suya yanaşmış, o da susuzluğunu hatırladı. Kuyunun başına gitti.
Kovanın ipini saldı. Kova daha suya varmadan aşağıdan bir ses geldi. “Diyeceklerim mühimdir, kovaya söyleyemem. Az eğil hele.” Nuran suyun sesini çok sever. O çağırınca gitmeden durur mu, eğildikçe eğildi. Yarı beli kuyunun içinde. “Senin herif,” diye başladı söze kuyu. Nuran gerisini dinlemek istemedi. “Benim değil o kusurlu. Benim olsa döver miydi?”
“Sus da dinle,” dedi su. “Senin herif yitti gitti iki dağ ötede, o gelmezse bu kocakarı seni öldürecek. Sen elini çabuk tutasın, ninenin yanına kaçasın.” Gerisi? Gerisi yoktu. Bu kadar konuştu su. Kıt akıllıya akıl verdi. Verdiği de o kıtlıkta yitti gitti. Ninesinin evini nereden bilsin de bulsun, bunu düşünemedi. Nuran bekledi. Sözün gerisi olmadan ne yapacağını, gitmenin nasıl bir şey olduğunu, ninesini, herifi, içerdekinin bunu niye öldüreceğini, hiçbir şeyi bilemedi. Kuyuya dayandığı yerde, göbeğinin tam üstünde ezilen sesi duydu. “Guguk.” Annesini hatırladı. Bir tek onu unutmadığını hatırlayamadı.
Kuyunun sessizliğinden sıkılıp doğrulacaktı ki ayaklarından kara kara saçlar çekilir gibi oldu. Gıdıklandı. Dudağı gülmekle ağlamak arası kadersiz ve kedersiz bir çizgi halinde gerildi. Doğrulmak isterken beline inen sert eli tanıdı. Daha önce de defalarca dokunmuştu o el ona. Sevmek için değil asla. Hem kokusundan da bildi yaşlı kadını. Ekşimiş peynirle ıslak yem harmanı. Kötülüğün kokusu. Nuran’ın ardından usulca gelip de sağa sola bakındı evvela. Gören duyan olacak değil ya, akşamın kara vaktinde hem de Allah’ın unuttuğu şu avluda.
“Geberesice,” diyerek son kez dokundu gelinine. Oğlu gelince ona daha güzelini alırdı. Ve akıllısını. Zengine karı çoktu nasıl olsa. Kuyunun kenarındaki çıplak ayaklar yerden kesilip de suya doğru giderken Nuran, yaşlı kadının yüzündeki gülümsemeden habersiz sadece kuyunun dipsizliğinde konuşan suyu duydu. “Ben sana kaç demedim mi? Nuran cevap verecekti, ağzına bu kadar çok su dolmasaydı.
Avlunun orta yerinde kurumuş bir incir ağacı. Yapraksız dallarında kara tüylü bir baykuş. Bir kanadını açtı “gu,” diğerini açtı “guk.” Ağacın altında kuyu. Kuyunun başında yaşlı kadın. Eskimiş kollarıyla kovayı çekerken naylon ip parmağın kesince. Kopkoyu bir kan suyun karanlık karnına damlayınca. Bozulur denen rüya, bozulmayınca hani. Kadın kanayan parmağını incirin kuru dallarına kaldırıp öfkeyle bağırdı “Git buradan, uğursuz,” diye.
Baykuş bu, o dedi diye gidecek değil ya. Guguklu kanadın altından kara kara taşlar çıkardı. Kadının üstüne, taş olup da yağdı. Yağdı. Kuyunun dibinden delimsirek bir kahkaha duyuldu.
“Guguk.”
Esra Kahya