Lokalin içi loş ve hareketsiz… Taş plaktan yükselen nağmeler, nikotin, alkol kokusu sinmiş duvarlarda ağır ağır yankılanırken dışarısı kızılca kıyamet…Şimal rüzgârı boş durmuyor, güçlü soluğuyla iteklediği buğulu camların paslı, küflü rezelerini gıcırdatıyor, aralık duran kapıları çarpıp duruyor kasalarına. Şişmiş kanatlar yorgun ve bitkin… Derin bir iç çekiştedir akşamın seyri.
İçeriden bir ahçı bağırıyor “Oğlum Memet , biriniz kapılara baksın” Sesi gür ve tarazlı…Masaları silmekle meşgul garson, elindeki sarı bezi bırakmadan yüzünü ekşite ekşite dış kapıya yöneliyor kelimeleri ağzından geveleyip söyleniyor kendince. Yönümü ondan çeviriyorum o an. Dışarının rahatsız edici uğultusu dinmeyecek bu gidişle. Elimde tuttuğum yarım bardağı dikliyorum kafama. Rakı, boğazımı hafiften yakıyor.
Kafam bulanıklığa doğru ilerliyor. Dört arkadaş oturmuşuz şömineye yakın bir masada. Her birinin en az bir yüzünü biliyorum. Hukukumuz çok eskiye dayanır. Belki de çocukluğun o muzır dönemlerine kadar gider. Ara sıra yaşadıkları kırgınlıklara rağmen bağlarımız kopmamış. Dostluğumuzu yılların sırtına vurarak taşımız buralara kadar. Aynı masaya oturup zil zurna oluncaya dek birlikte içebildiğimize göre demek ki dostuz halen. Evet, dostsuzzz. İşte yan yana gelince dosdoğruyuz birbirimize karşı. İnsan kendine demeli…Neyiz, ne değiliz? Mesela benim nevi şahsım…
Çeşitli vukuatlardan içeri girip çıkmışlığı var. Sabıkam kabarıktır. Çok şükür ki çalınan yıllarım kendimce iyi saydığım kabahatlerden ötürü… Başka türlüsünün ‘dağ’ı vicdanımda büyük yaralar açardı. Hasım sahibiyim. Bundan ötürü bu kentte benimle görünmek istemez arkadaşlar, bilhassa tanış kimseler.
Öyle olmazsa bile herkesle oturup içilmez, kumar oynanmaz, barbut atılmaz.
Bu işler ciddi işlerdir. Kendini bilmeyen, kim olursa olsun, külliyen zarar ziyandır ömre. İnsanı da bozmakla kalmaz belaya bulaştırır. Zamanında bilememişiz. Yaren masalarında yancılıktan sonra masum bir hevesle başlanan kâğıt, taş, domino oyunları; pokere, barbuta dönünce afyon ve tütün kokan mekanlara müptelalık ağır ağır işlenmiş ruhuma, beynime.
İnsan, yedi ve on bir ikilisinin tetiklediği kazanma coşkusu iki, üç ve on iki rakamlarının yarattığı kaybetme hırsı arasında sıkıştırıldığı an bittiğinin nişanesidir. Çevremdeki birçok kişinin gözünde, yargısında ben, hayatın içindeki tabii güzellikleri, ince zevkleri bu rakamlara boğduran ve ütülünce de öfkesini dizginlemekte aciz kalmış bir berduşum. Mahpus damına giden yolun taşlarını bu kötü alışkanlığın eliyle dizmişim. Yeri gelince dövülüp sövülmüş, kan kusmuşum, gene de geri adım atmamışım. Kör, dikine ve zararcı bir inat…
En fenası da sevdiklerimi unutmuşum. İki evladım var. Ben, kendi karanlığında boğulurken onlar, babalarının okula gelip ders durumlarını muallimlerine sormasını, veli toplantılarına katılmasını, müsamere günlerinde sergiledikleri rolleri gururla izlemesini beklemişler dört gözle.
Varmışım, ama yokmuşum misali. Öyle bir düşünceye kapılmalarına neden olmuşum. Çocuklarım ile cıvıl cıvıl bir kumsalda yaz sofralarının başına kurulamamışım, keskin kayalıklardan midye çıkarıp sacda pişirememişim, veyahut onları şehre gelen bir kumpanyanın sirkine götürememişim.
Eksiği gediği çok olan ömürlerinde, yıkıcı rüzgarlara yalnız başlarına direnerek kırgın birer dal gibi büyümüşler. Bunlar da yetmemiş bayramlarda, ziyaret günlerinde onları uzun yol otobüslerinin çekilmez seyahatlerine mecbur etmiş, dama düşenlerin onulmaz kederleriyle, iç kanırtan hikayeleriyle bitap düşmüş parmaklıkların ardına kadar sürüklemişim.
Sözün özü ; benim sıska ömrümde zayi olmuş çok şey var. Günahlarım, sevaplarımdan hallice… Ne de(n)meli? Özümü dara çeksem kantarlar şaşırır çekmez. Beni yargılayan hâkimden hiçbir celsede affımı istemedim. Fakat kabul görülse bin kez af dilerim evlatlarımdan.
Kendime ve onlara ettiklerim, telafisi mümkün olmayan hayıflanmalar lügatinde yerini almış bile. Zamanın güzellik, tazelik taşıyan trenleri teker teker akmış raylardan. Aklımın, geçmişimin tozlu, bitkin vagonları karman çorman.
Kaybetmişim aşktan, kumardan, yaşamaktan. İğne gibi batan sandalye tepelerinin, kumar masalarının esaretinden; kelepçeler, mahkemeler, davalar, savcılar, maltalar almış beni ancak.
El yordamıyla bir bardağı daha yarım doldurup sürüyorum önüme. İşte beni bilen bilmeyen, duyan duymayan dostlar! Hal öyleyken böyle oldu. Alkol beni uyuşturmaz. Bilakis kendimle didiştirir, tozlu hatıralarımın içinde mat olanları karşıma dikip konuşturur.
Çam, köknar, meşe kütükler çatır çutur yanıyor. Nar kırmızısı közler… Yanmış odun kokusu, lokalin mutfağından yükselen baharatlar, mezeler, anason iç içe… Masanın kaplaması hoş duruyor. Cigaramın külünü tablaya dökerken parmaklarımın ucu değiyor masanın kenarına. Pürüzsüz ve kaygan… Teknenin şaft yuvasının başlarına sürdüğümüz balsama benziyor. Pelesenk ağacının reçinesi…Bazı kokular, sözler, yaşantılar ve ‘an’lar unutma hastalığından muaf kılınmıştır. Duyularım reçine ve iyota karşı keskindir. Hemencecik tanır.
Lokal bu akşam kalabalık değil. Bir, iki masa…Bizimle birlikte bir deste serkeş…Sanırım fırtına, şehirlileri evlerinin sıcaklığında tutmuş. Buraya gelebilenler, kaçabilenler de koyu münzeviliklerine gömülüp sessizce çan çekişiyorlar kabuklarında. Herkes özünde, akşamında, hüznünde…Alkol, hataların ve hatıraların pasını silemiyor. Bazı mekanların havasına, seslere hüzün yapışıktır. Hangi makamda çağıldasa çağıldasın tınısı değişmiyor, nağmeler dökülmeye devam ediyor dilden dile. Taş plakın iğnesi kedere ayarlı…
“Söyleyemem derdimi kimseye derman olmasın diye
İnleyen şu kalbimin sesini ağyar duymasın diye
Sakladım göz yaşımı vefasız o yâr görmesin diye
İnleyen şu kalbimin sesini ağyar duymasın diye”
Rakı bardakları dolup boşalınca şişeler yenileniyor. Akşamın ipini gecenin kuyruğuna bağlayacağız muhtemelen. Bilincimde, ağı gibi acı duruyor geçmiş zamanın bıraktıkları. Dışarının uğultusuna yeniden meylediyor kulaklarım. Alçalıp yükselen, sıçrayan sulardan ‘güp güp’ sesleri, rüzgârın vınlayan ıslığı, hışırtılar…
Bodur defne, dut ve incir ağaçlarıyla başları örtünmüş dik, grimsi falezler, ayak uçlarını tırmalayan dalgaları alışılmış bir kayıtsızlıkla karşılıyor. Bulutların dolu memeleri haşince sağılıyor. Yağmur damlacıkları ağır denizin eğrilip bükülen derisini gıdıklıyor, buna karşın deniz elleriyle, gözleriyle onları okşayıp kıvama getiriyor ve usulca eritiyor dişil bedeninde.
Son güzün bu yağmurlu, kara sisli akşamı denizin üstünde şimşek çakıntısıyla yırtılıyor. Doğa, insan ve çalgı tınılarıyla kendiliğinde oluşan koro muazzam bir gürlükle, ahenkle sürüyor. Kılcal damarlarıma değin yürüyor her kıpırtı. Ruhum, kopuyor eskimiş, yorgun bedenimden.
Dam, bana düş gücünün sınırsızlığını öğretmiş. Uzlet efsununun düğümünü bu bilinçle anlamlı kılmışım. Ve bu durumun bozulmasını istemiyorum. Böylesi daha esrarengiz ve muteber…Kimseyle münakaşan yok, alıp veremediğin olmuyor. Çıktığımdan beri kalabalıklardan uzak durmamın nedeni bu belki de. Zamanın eteğine uluorta bırakmışım taşlarımı. Şu an irili ufaklı dalgaların kamçıyla dövdüğü falezlerin ucuna oturup yeniden olta sallayabilirim denize. Çavalyem, çaparalarım, kurşunlarım, numara numara iğnelerim…Rızık neyse artık. İstavrit, hamsi, çinakop palamut, mezgit, kaya balığı, lüfer, kancur, gümüş, uskumru
Kıraçalar kedilerin nasibi olur, büyükler tavaya atılır.
Küçük de olsa yaşama dair planlarım var. Çok büyük konuşmamak lazım gene de. İnsan “kış buğdayı” gibi düşer kalkar. Fakat kalabalıkların neşemi, umudumu bir daha çalmasına izin veremem asla. Kefaret ödenmiştir, bitmiştir sorgu sual şimdilik. Ötesi ebedi alem…
Bu akşam burada olmak tamamen tesadüfi bir karşılaşmanın eseri… Ahbabım Nazmi’yi kıramadım. Eski tüfektir, çeliği sağlamdır. Bütün meselemiz birkaç kadeh eşliğinde üç beş lafın belini kırıp dağılmak…
Yağmur gürleşip sulusepkene dönüyor. Lokalin sundurmasını sağa sola sallıyor rüzgâr. Oturduğumuz masanın camında patlayan damlacıklar, mermere doğru süzülüp gidiyor. Ömür de böyle değil mi? Sert bir badirede karışıp gidiyor toprağa bir anda. Pencerenin ötesindeki karanlığa yetmiyor ölgün ışıklar. Çinko çatının bir tabakası çivilerinden sökülürcesine zorlanıyor. “ Tak tuk, tak tuk…”
Ufkun bu tarafı, kırmızı, mavi ışık damarıyla aydınlanıyor ara sıra. Herhalde, Poseidon’un kafası bozuk gene. Üç uçlu mızrağı elinde bekliyor ağır denizin tepesindeki mavi tahtında.
Altı metrelik tekneyle palamut, mezgit, lüfer avına çıktığımız zamanlara gidiyorum. Hava patlayınca asabi tanrı Poseidon nasibini alırdı küfürlerimizden.
“Tanrılığın batsın. Seni merhametsiz, kart torik… Nedir çektiğimiz senden?
Bunca hazırlık yapıp yol gelmişiz, mazot harcamışız. Bir anda denizi karıştırıyorsun koca bir kepçeyle. Ne alıp vermediğin var rızkını deryada arayanlarla…” Nitekim eli boş dönerdik çekeklere. Afyon dumanı, balık kokusu, dalga çırpıntısı…
Demiştim ya, masadakilerin hepsi dost… Diğer arkadaşlardan biri çok matraktır. Ağzı güzel laf yapar. Sol gözü seğirir durur ablak suratında. İnsanları eğlendirmeyi iyi bilir, ama biraz hadsizdir. Bir kurumun kalorifer kazancısıydı. Şimdi emekli… Diğeri, makasın, usturanın ağzından çıkarır ekmeğini. Konuştuğunda sözcükler diline dolanır. Ağzı, dudakları, damağı yapışık bir adam. Müstehcen hikayeler anlatmayı sever. Birkaç kez saç sakal tıraşı olmuşumdur dükkanında.
Nağmeler inci inci parlıyor dağıldığı yerlerde. Lokal, bu akşam tenha, hep böyleyse işler kesat… Bir bölümünde tasarruf olsun diye ışıklar söndürülmüş. Mezeleri azar azar tüketiyoruz. Haydari, yeşil zeytin salatası, karamelize soğan, havuçlu-kabaklı, roka- reyhan… Usulen içmeye devam ediyoruz. Ağır ağır, demlene demlene…
Nazmi’yle havadan sudan birkaç kelam edip susuyoruz. Diğer iki arkadaşımız fısır fısır…Gülüştüklerinde sesleri yükselse de abartmıyorlar. Mekânın adabına uyarak küçültüyorlar seslerini.
Garson çocuklardan incecik, dal gibi bir oğlan iki tava mezgit getirip koyuyor masamıza. Balıklar mısır unuyla harmanlanmış, kafaları yerlerinde. Oldum olası sırtı gümüş şeritli, siyah benekli bu ince, uzun balığı severim. Lezizdir, eti beyaz ve sıkıdır.
Balıkları görünce iştahım artıyor fakat acele etmiyorum. Herkes yiyeceği kadar alsın önüne. Artakalanlardan alırım nasıl olsa.
Konuşurken sol gözünün kapağı aşağı yukarı hareket eden arkadaş, tabağına aldığı mezgitleri ayıklamadan önce evirip çeviriyor. O arada ben de kalan balıklardan bir tane almak için çatalımı uzatıyor ve göz ucuyla onun şaklabanlıklarını süzüyorum.
Bana bakıp sırıtıyor ve laubalilikle “Bunlar Çico Metin’in mezgitleridir, onun ağından çıkmıştır,” diyor. Şimdiye kadar yüzünde taşıdığı meymenet kırıntısı da silinip yok oluyor o an.
Diğeri, onun başlattığı sözü devam ettiriyor, “Bi sor bakalım Çico’nun nerede olduğunu biliyorlar mı?” Sinir bozucu şekilde ağzını, yüzünü eğriliyor, dudaklarını şaplatıyor.
“Bak hele gözüme. Seni uyanık, seni köftehor, seni pisboğaz… Çico’nun yerini biliyorsun, vallahi biliyorsun.”
“Diyorlar ki geben, tekneyi batırıverip Rusya’ya geçmiş. Balıklar görmüştür?”
“Oğlum, bilmez misin? En akıllımız oydu. Ecnebi memleketlerde gününü gün edecektir teni süt gibi parlayan hatunlarla”
“Doğru söyleyiverdin gardaş. Biz de her gün orası burası pörsümüş garıların dırdırını çekelim. “
Kendi aralarında başlattıkları bu muhabbet iyice çekilmez hale getiriyor ikisini de. Tüm iştahım kaçıyor. Kınımda kaynayan öfkemi örselemek için dişlerimi, yumruklarımı sıka sıka soğuk bir titreme alıyor beni. Bet benzimin attığını gören Nazmi, ortamı yumuşatmak için konuyu değiştirmeye çalışıyor. Fakat tüm çabası beyhude… Kime ne söylüyor?
Bunların şirazesi kaymış, ağızlarından çıkanları kulakları duymuyor.
“İşini bilmez mi çamış? Yedi düvel bir araya gelse attığı düğümü çözemez.”
“Helal sana Çico, adamsın.”
Söyledikleri her galiz laftan sonra hunharca gülüşüyorlar.
“Ha ha haaa!..”
Akşamın darından beri göğün gerilmiş göğsünde amansızca şavkıyan şimşek bu defa bende hasıl oluyor. Beynime kan sıçrayınca öfkemi tutan şalter atıyor. Olmaktan korktuğum insana dönüşüyorum. Artık karşısında defalarca aciz kaldığım o berbat huyum devrede…
Bu gevşek ağızlıları susturmak için yerimden kalkıp yumruğumla masaya sertçe vuruyorum. Tabaklar, mezeler, birkaç yudum içilmiş rakı bardakları devriliyor. Üstlerine eğilerek, “Kesin lan sesinizi.” dememle birlikte oturdukları sandalyeden geri çekilip dut yemiş bülbüle dönüyorlar. Lokal işletmecisi, hırgürü duyunca pikabın iğnesini durduruyor, nağmeler susuyor.
Nazmi kolumdan çekiştiriyor, “Olmaz biraderim,” diyor yalvaran bir sesle “ ayıp ayıp!.. Herkes bize bakıyor. Yeri değil. Kendine gel.” Fitil olmuşum. Kendime söz geçirebilsem ne âlâ.
Garson çocuklar, ahçılar, diğer masadakiler telaşla izliyorlar bizi. Umurunda değil ki delice tarafımın. Ok yaydan çıkmış bir kere. Kızgınlıkla ağzıma geleni söylüyorum.
“Ulan arsız lavuklar, insanların acılarını eğlence aracı yapmak ne demek. Hiç mi saygınız yok? Haydi diyelim, Çiço ununu eleyip, eleğini duvara asmıştı. Onu geçtim. Bıçkın gibi daz oğluna da mı üzülmediniz. Şimdilik kayıplar, akıbetleri belli değil. Belki de öldüler. Takıldıkları kovuklarda balıklara yem oldu cesetleri.”
Süt dökmüş kedi gibi pusmuşlar, taş kesilmişler yerlerinde. Höt deyip üstlerine gitsem masanın altına kaçacaklar. Mazide beni kaba kuvvetle ezmeye çalışanların başına neler geldiğini iyi biliyorlar. Kayışımdaki klipsli kemiksıyıranla onları kevgire çevirmek birkaç saniyemi alır. Sonrası yeni hasımlar, dam, dert… Maltanın ortasına düşmüş bir kuru yaprağa hasretle dokunmak, onu cebinde taşımak günlerce… Başsız bela işte. Kara gecelerde gelir bulur insanı. Nefsine söz geçiren yiğitlerin elleri öpülmeli…Nerde ben de o çelik sabır… Nazmi kolumdan tutmuş, dil döküyor bana.
” Bakma kusurlarına onların. Alkolün etkisiyle ileri geri konuşuyorlar. Benim hatırım için otur, balıklarımızı yiyelim. Hemen kalkarız.” Sesi, mahcup ve yalvar yakar…Nihayetinde kendime geliyorum. Biraz pişmanlık biraz bitkinlik…Dağılmış öfkemi toplayarak nasırlı ruhumun kovuğuna. Sakinleşiyorum kerte kerte.
“Yok kardeşim yok,” diyorum. “Ben bu başıbozuklarla bir daha asla aynı masaya oturmam. Keyfinizi kaçırdım. Kusur benim dostum. Sen rahatını bozma.”
Beri yandan yaşını başını almış ahçı, genç çocuklar ortalığı yatıştırmak için uğraşıyorlar. Vestiyerden paltomu, şemsiyemi alıp kızgın bir yüzle çıkıyorum lokalden.
Kara bulutların örttüğü gök oldukça zapt edilmez duruyor, yağmur çiseliyor. Dönemeçli yolun kenarındaki tescilli çınar ağaçlarının, akasyaların dallarında kalan son yapraklardan damlalar düşüyor üzerime. İşçi lojmanlarının eskimiş çinko duvarları, çatıları sallanıyor rüzgârdan. Tak tuk, tak tuk…Geveze bir köpek havlıyor yakınlardaki bir bahçeden. Düşünceler eve giden sapaktan alıyor beni. Yüz metre ötedeki dik, keskin falezlere gidiyorum. Her yer zifir karanlık, biraz sis…Dalgaların sesi ürkütücü. Kayalıklar fena dövülüp sarsılıyor. Önlem için yapılan beton çitlerin bir bölümü sökülmüş. Çıplak ellerimi yaslıyorum bu yosunlu, soğuk çitlere. Şakaklarımda, gözlerimde, burnumda iyot kokusu…
Poyraz yalınkılıç…Ortalıkta ne var ne yok devirip geçiyor. Pencerelerden, kapılardan, soyuk dallardan, bahçe güllerinden…Ağır denizin kendisi kayıp, güçlü iç çekişiyle varlığını hissettiriyor. Açıktaki bir yük gemisinin ışıkları döne devrile sallanırken yakamozlar oluşuyor sıralı dalgaların ağzında. Mazi, uğrun uğrun ilişiyor yamacıma.
Karanlığın yuttuğu o uzakları biliyorum. Mezgit yataklarıdır. Bu leziz dip balığı, hamsi, sardalya, çaça peşine düştüğü vakit Çico Metin’le yekeyi alargaya kırardık. Vira bismillah rast gele! Mezgitin yüzeye çıktığını bilir, ağ atardık o karanlıklara. Sonra sardığımız derya kuzularını getirip limanda dağıttırdık kabzımallara. Ben bu işlerden elimi ayağımı çekince oğlu ile devam etmiş balıkçılığa. Kentteki herkesin sevip saydığı, ekmeğinde, aşında olan bir deniz aşığıydı Çiço. Balık sezonu kapanınca ağları onarır, teknesinin bakımını yapar, mevsim meyvelerini sattığı da olurdu bazı vakitler. 0n gün önce batık teknesini, derinliklerdeki bir çapaya takılmış mezgit dolu ağını bulmuşlardı. Oğlu ve Çico, sırra kadem basmışlar. Ağır deniz yarılmış içine girmişler sanki. Ne bir iz ne bir ses ne de bir ceset…
Nemli rüzgâr; nefesimi yokluyor, cigarımın ateşini harlıyor, külünü uçuruyor. Kovuklara doluşan su orkoz yapıyor, gelgitin oluşturduğu basınç patlamasıyla kayalığın üstündeki küçük deliklerden sıçrıyor, üfürüyor. Bu devingenlik olmazsa beyaz kuşların yumurta bıraktığı, paytak ayaklı yumuşacık sarımsı yavruların büyüttüğü defne, dut, çalı kokulu bu falezler, direnemez, çat diye yarılır yıllanmış sert kabuklarında.
Ferahlamak için işliğimin düğmelerini açıp göğüs kafesimi ovalıyorum. Kalbim ağır aksak… Kan çanağına dönmüş gözlerim yaşarıyor. Ağlıyor muyum ne? Karşımdaki sonsuz boşluğun içinde Çiço varmış gibi konuşuyorum.
“Ah Metin ah! Bu ağır denizi karış karış bilen, onun huyuna, suyuna vakıf olan sen, nasıl akıl edemedin ağı kesmeyi. Alamatranın başı yukarı kalktığında anlamalıydın ağın ilişkene takıldığını. Sakatta geldiğini, alabora olacağını bilmeliydin kardeşim. Bu ağır ve karanlık su, hata yapanı yutar, çiğner, kusmaz, derdin kimileyin. Haydi, bizleri telaşlandırmak için latife yaptığınızı farz edelim. Taşlı kumsalı olan küçük bir koya kıyıladığınızı bildirin. Yeğenim Bora ile çıkıp gelin gecikmiş bir vakitte. Baştan sayalım…”
Dinginliği yanıltan bu suların habisliğine, öfkesine tanıklığım evveldendir. Söylediklerimin beyhude olduğunu biliyorum. Umut, dediğimiz şey yarın değil mi? Benimkisi de bu mesele…
Yakınımdaki lojmandan çitlere fener tutuluyor. Merak etmişlerdir, işkillenmişlerdir. Kimdir, nedir, hasebi nesebi belli midir? Nereden bilsinler. Ancak derdi olan bir meczup bu fırtınada falezlere gelip kendi kendine konuşur.
Oradan ayrılırken fırtına hızını artırıyor. Şemsiyemi açmaya müsaade etmiyor haşin rüzgâr. Baştan ayağa ıslanmaya başlıyorum. Biraz yolum var, geniş adımlarla yürüyorum. Yaşamsız kalabalıkların; neşemi, umudumu çalmasına izin vermesem iyi olur, sözünü yineliyorum içimden. Aklıma, nereden icap etiyse bilinmez, damda bana yarenlik eden kader mahkûmu Çerkez İbrahim geliyor birden. Aslında tam olarak kel alaka bir durum değil. Gene de ne bileyim.
O anlatmıştı. Yakınlarını büyük sürgünde, seferde bu ağır denize kurban veren büyükleri, “mademki balıklara yem oldu atalarımız, bundan sonra biz balık yemeyeceğiz” deyip bu su canlısını yaşamlarından, sofralarından çıkarmışlar.
“Şimdi, Çico Metin ve oğlu o uğursuz mezgit yataklarında yitmişken balıkları ağzıma nasıl sürerim bir daha? Varlığı veya yokluğu evrendeki bir at sineğinin bile kulağında olmayan insan, niçin yaşar, dostluk neyi gerektirir?” Yüreğimin ucunu tutan bu iğneli üzüncü böyle sağaltmayı denerim bir vakit. Hafıza, neyi önüme koyarsa kabulümdür. Sırtımdaki ölülerim, kayıplarım, dertlerim, yarım kalışlarım, aldanışlarım…
Ağır denize düşen şimşek çakıntısının sesi gecikmeli olarak kente duyuluyor. İsli, uzun kirpikleri, kırışık göz kapaklarına düşmüş yorgun kent uykuya hazırlanıyor. Üçüncü vardiya düdüğü çalıyor, emekçi değişimi yapılıyor, kafesler inip inip çıkıyor derin kuyulardan, eksi kodlardan.
İşçiler toprak tabanı ahşap direklerle tutulmuş kendisi kara, yazgısı kara kentimin kalın ayaklarını didikleyecekler herkes uyurken. Şafak atınca göğünde uzun gagalı, perde ayaklı beyaz kuşların ciyakladığı, turuncu gözlü mor güvercinlerin mesken tuttuğu bu kentin sokakları kırık dökük merdivenlere açılacak, kapıları maviye. Makaslar değiştirilecek, düdükler ötecek, cadde boyu kara taş yüklü vagonların tıkırtısıyla sarsılacak, lavuar bantları tıkır tıkır işleyecek. Şakaklarında her daim iyot kokusu taşıyan hoyrat yeli mevsimsiz esecek. Dalga boylarında ak köpükler çoğalınca takalar, mavnalar, gırgırlar yataklarına çekilecek. Yük gemileri açığa, limana… Çinko çatılı derme çatma evlerin öbek öbek kurulmasıyla yaşamın başladığı bu uğultulu tepelerde, bataklık yerde fırtına durulunca balıkçılar “vira bismillah rast gele! ” deyip denize açılacaklar umutla. Acemi bir tayfanın elindeki yoroz taşı şaklayacak suyun kadife yüzünde. Bir o yan bir bu yan… Biliyorum ki fedakâr dostum, aralarında olmayacak, denizin altındaki bir kovukta denizkızlarıyla, pavuryalarla, mezgitlerle oturup olup biteni izleyecek. Yahut şişmiş cesedi sabırlı bir balıkçının ağına takılacak. Ben, bu keskin falezlerin başında usançla bekleyip ömür tüketeceğim.
Bakarsın görünür dolu dizgin bir dalganın sırtında, el sallar falez oltacılarına. Yıllar törpülemiş katı taraflarımı. Ben sevinçten de kederlenip ağlarım. Varsın bütün kent sırtını dönsün, kapılarını örtsün umuda. Yüklendiğim bu büyük günahlar, eğrice yalnızlık, naçarlık benimdir. “Toprak mı deniz mi,” diyorum kendi kendime. Hangisi daha güzel anaçlık yapar dağınık ömrüme. En iyisi, makul olanı insandan uzak, kahırdan arınık… Ruhum maviye yatkındır öteden beri. Çico’yla da karşılaşırsam değme keyfime.”
Falezlere geri dönme isteği sinsi bir sızı oluverip dağılıyor gövdeme. Her tarafım karıncalanıyor, bulanıklaşıyor bilincim. Bir barbut daha atsam yaşam tahtasına, ne olur ki bana? Hiçbir şey…Sınırları olmayan masmavi bir gömüte çürüyene dek dolanır dururum. Hayır, gömüt değil, masmavi bir serinlikte belki de cennete… Zaman, nihai son için yaşayanlara yoktur, demişler. Gerisi batkıdır, ezadır. Yarını düşünüp ileri atıyorum adımlarımı. Kimse acımın mirasçısı olmasın istiyorum.
Çiseleyen yağmur, yürüdüğüm asfaltın ışıltılı sırtına dişlerini geçirmek istercesine şahlanıyor. Sokak lambaları ışırken meşeler, akasyalar, gürgenler yaslanıyorlar birbirlerine dostça. Tabiatın bu cömert, iyi huylu suskunları nasıl da benzemiyorlar biz insanlara. Riya yok, kin yok, habislik yok. Umudun taşıyla her gün bilenen çehreleriyle dosdoğru bir yasamak içinde dostça, kardeşçe geçinip gidiyorlar. Kentin kadim kapıları bir bir düşüyor amansız uykulara. Kestane karası bir çığlık dolanıyor göğün lacivert rahminde. Güz gecesinin notaları, zamanın sonsuz dizeğine ilmek ilmek sıralanıyor. Yeryüzü tanıktır her sancıya. Bu ucube zamanda gam küllenmiyor. Yolağzına varmaya üç, beş adım. Sokaklar, evler, köpekler; yere damla damla dökülen bulutların içinde duru, ıslak bir sessizlikteler. Sustası gevşemiş ömür, yorgun yürek… Yürüyorum. Bilincim sisli, adımlarım körkütük. Gene acıyor, ağrıyor, sancıyor derbeder ruhum.
Nihat Altun